Kötü bir kâbus gördüğümü düşünüyordum, lanet bir kâbus. Hepsi boşunaydı, bütün çabam tamamıyla boşunaydı.
Kalbim ağrıyordu. Koşmaktan kan ter içinde kalmıştım, kaçmaktan. Acımasızca yüzüme vurulan hatalardan, peşimi bırakmayan anılardan kaçmaktan… Bu zaman kaybından başka bir şey değildi.
Kaçmak… Acılardan kurtulma mekanizmamdı. Ne zaman başım sıkışsa bu lanet olası kayalıklara geliyordum. Hayır, burası benim sığınağımdı.
Başımı kayıtsız bir şekilde ağacın gövdesine yaslamış, dertlerimden arınmaya çalışırken düşündüklerim bunlardı.
Otların arasında bir çocuğun başını okşuyormuş gibi gezinen parmaklarım buruk bir acıyla kavruldu. İçgüdüsel bir refleksle elimi hızla göğsüme doğru çekip yayıldığım yerden doğruldum.
Ah, gerçekten harika… Doğa da bana işkence ediyor. Şimdi fazlasıyla kibirliydim işte, fazlasıyla küstah. Bunu saklamak imkânsızdı.
Sırf bir şeylerle meşgul olmak için çantamı elime aldım ve karıştırmaya başladım. Ve en büyük düşmanımı gördüm, ayna. Yüzüme tiksinti dolu bir ifade yerleştirdim ve kendime bakmaya başladım. Yüzümle çelişen tek şey, korku dolu gözlerimdi. Bana daha fazla acı veren bir şey olabileceğini sanmıyordum.
Gözyaşlarımın, sonsuz pınarlardan akarmışçasına sabırlı bir şekilde sert kayalıkla buluşmasını izledim. Kendim doğanın bir parçası gibi hissediyordum. Bir kuş kadar özgür, kanatlanıp uçmak geliyordu içimden, denizin üzerinden usulca. Tüm acıları arkamda bırakarak…
Bulunduğum yeri terk etmek ve gerçeküstü düşüncelerimden kendimi soyutlamak için ayağa kalktım. Fakat buna bile mecalim yoktu. Başım döndü, tüm görüntüler bir buğu perdesinin arkasına saklandı. Ve uzaklardan, çok uzaklardan şaşkın bir yüz belirdi.
Olanlar bunlardı, peki olacaklar?